27 Haziran 2013 Perşembe

CİHAN HAKİMİYETİ DEVRESİ (1451 - 1574)
“İstanbul muhakkak fethedilecektir. Bu fethi yapacak hükümdar ve ordu ne mükemmel insanlardır.”
Peygamber efendimizin 800 küsur sene önce verdiği ilahî müjde, 29 Mayıs 1453 günü tahakkuk etti. Bu durumda 1000 yıllık Şarkî Roma (Bizans) târihe karışıyordu. Fâtih Sultan Mehmed’e kadar Bizans, İstanbul olarak Osmanlı Devletinin toprakları arasında bir fitne çıbanı durumunda idi. Nihâyet Fâtih Sultan Mehmed bu duruma son verdi ve ülke toprakları birleşerek İmparatorluk vücuda geldi. Fetihten üç gün sonra beyaz at üzerinde ve muhteşem bir alayla Topkapı’dan şehre giren Fâtih Sultan Mehmed, doğruca İslâm mefkuresinin kalbi olan Ayasofya’ya gitti ve şükür secdesine kapandı. Tasvirlerden temizlediği bu büyük mâbedde ilk cumâ namazını kıldı. Daha sonra Ayasofya’yı yeriyle birlikte satın alan Fâtih burayı vakıf yaparak kıyâmete kadar câmi kalması için evlatlarına vasiyet etti.
"
Dünyâda tek bir din, tek bir devlet, tek bir pâdişâh ve İstanbul’da cihanın payitahtı olmalıdır.”
diyen Fâtih Sultan Mehmed, bundan sonra cihan hakimiyeti projesini gerçekleştirmek üzere sistemli bir teşebbüse girişti. Kısa zamanda Anadolu’da İsfendiyar, Trabzon, Akkoyunlu memleketleriyle Karaman Beyliğini topraklarına kattı. Dulkadir beyliği ile Kırım Hanlığını tabiiyeti altına aldı. Yunanistan, Arnavutluk, Bosna-Hersek, Sırbistan, Eflak-Boğdan ve sâir ülkeleri fethetti. Böylece bir çok imparatorluk, hanlık ve beylik ortadan kaldırılmış oldu ve Osmanlı İmparatorluğu Tuna’dan Fırat’a kadar yayıldı.
6 Mayıs 1481’de bütün Hıristiyan ve İslâm dünyâlarını birleştirmek üzere başladığı İtalya Seferi sırasında, Gebze civârında 57 yaşında ölümü Türk-İslâm dünyâsını mateme, Hıristiyan dünyâsını ise büyük bir sevince boğdu. (Bkz. Fatih Sultan Mehmed) Fâtih Sultan Mehmed’in yerine geçen oğlu İkinci Bâyezîd’in 31 yıllık hükümdarlık dönemi (1481-1512) iki bölümde incelenebilir. Sultan Bâyezîd, saltanatının ilk 14 yıllık devresinde Şehzâde Cem meselesiyle uğraştı ve devletin parçalanması ihtimâlini göz önünde tutarak Avrupa’ya karşı büyük seferlere girişemedi. Bâyezîd Han, niyetlerini ancak Cem’in ölümünden sonra gerçekleştirmeye çalıştı. Bu düşünce ile Macaristan, Arnavutluk ve Venedik seferleri sonunda Akkerman, Modon, Koron, Navarin ve İnebahtı kalelerini devletine kazandırdı. Denizciliğe çok ehemmiyet verdi. Oğlu Korkut denizlerin hâmisiydi. Bâyezîd Hanın son dönemlerinde, Akkoyunlu Devletini eline geçiren Safevîler Anadolu için de pek büyük tehlike arzetmeye başladılar. Bu arada pâdişâhın oğulları arasında başlayan taht mücâdeleleri, Şah İsmâil’i cesâretlendirdi ve Osmanlı ülkesine gönderdiği adamları vâsıtasıyla câhiller arasında kendisine pekçok taraftar topladı. Taraftarları vâsıtasıyla, Antalya’dan Bursa’ya kadar büyük bir bölümde isyanlar çıkarttırdı. Şiî ayaklanmalarının büyümesi ve önlenememesi, Yeniçerilerin de oğlu Selim’i tahta çıkarması için pâdişâha baskı yapmaları neticesinde Bâyezîd Han oğlu lehine tahttan feragat etti. (Bkz. Bâyezîd-II) Henüz beş yaşındayken dedesi Fâtih Sultan Mehmed’in huzûruna çıkarılan istikbâlin Yavuz’u büyük bir edep ve hürmet içinde pâdişâhın elini öpmüştü. Torununu dikkatle süzen Fâtih, oğlu Bâyezîd’e dönerek;
“Bâyezîd! Bu çocuğa mukayyed ol, umarım ki, bu büyük bir cihangir olacak.” Bu emirle yetişen Selim kudreti, cesâreti, îmân ve mefkuresiyle cihangir Osmanlı Pâdişâhları arasında müstesnâ bir mevkie sâhip oldu.

Yavuz Sultan Selim, Osmanlı tahtına geçince (1512) ilk seferini Anadolu’yu ve hattâ devleti tehdit eden Şah İsmâil üzerine yaptı. Sahâbeden hazret-i Ebû Eyyüb el-Ensârî, babası Bâyezîd ve dedesi Fâtih’in türbelerini ziyâret ederek zafer duâları eden Yavuz, uzun bir yolculuk sonunda Çaldıran Ovasında karşılaştığı Şah İsmâil’in ordusunu kısa bir sürede imhâ etti (1514). Târihin en büyük meydan muhârebelerinden birini kazanan Osmanlı-Türk hakanı Yavuz, bu seferinde rakîbi Şah İsmâil’i bertaraf etmekle kalmadı, Adana, Gaziantep, Hatay, Urfa, Diyarbakır, Mardin, Siirt, Muş, Bingöl, Bitlis, Tunceli, Musul, Kerkük ve Erbil vilayetleriyle Dulkadiroğulları topraklarını içine alan 220.000 kilometrekarelik bir toprağı da devletine kattı. İslâmiyetin ve devletin tecâvüze uğraması sebebiyle İstanbul, Haleb, Şam ve Kahire’deki din adamlarının fetvâsı üzerine İran Seferine çıkan Yavuz Sultan Selim, yine mülhid Safevîlerle işbirliği yapmaları dolayısıyla bu defâ da Mısır Seferine çıktı. Yıldırım süratiyle Mısır ordularını, 24 Ağustos 1516’da Merc-i Dâbık’ta ve 26 Mart 1517’de Ridaniye’de kazandığı zaferlerle ortadan kaldırdı. İki meydan muhârebesi sonunda Memlûk Devleti târihe karışırken bütün Arap ülkeleri Yavuz’un hâkimiyetine girdi. Bu durum üzerine Mekke ve Medîne emiri mukaddes şehirlerin anahtarlarını Sâhibü’l-haremeyn ünvânı ile Yavuz Sultan Selim’e teslim etti. Fakat dindar pâdişâh bu ünvânı yüce makamlara bir saygısızlık sayarak onu Hadîmü’l-haremeyn şekline çevirerek aldı ve evlâdı ve torunlarına böylece mîras bıraktı. Çıktığı iki seferden birinde Safevîleri felç eden diğerinde ise Mısır Memlûklerini ortadan kaldıran Yavuz Sultan Selim’in iki hedefi daha vardı. Bunlardan birincisi efrenciye yâni Avrupa’nın, diğeri de Hindistan’ın fethiydi. Bilhassa Portekizlilerin Hind Denizine hâkim olmaya ve İslâmın mukaddes şehirlerini tehdide başlamaları Yavuz’u endişeye sevketmişti. Bu îtibarla öncelikle tersanenin sayı kapasitesini arttırmak için faaliyetlere girişti. 1520 yılı Temmuzunda Avrupa Seferine çıkan cihangir pâdişâh, yakalanmış olduğu şirnepçe hastalığından kurtulamıyarak Çorlu civârında vefât etti. Zamanın şeyhülislamı ve büyük İslâm âlimi Ahmed ibni Kemâl Paşa onun için yazdığı mersiyede şöyle demektedir:

Şems-i asr idi, asrda şemsin
Zıllı memdûd olur, ömrü kasîr


O pâdişah ikindi güneşi idi, bu vakitte güneşin gölgesi uzun ömrü de kısa olur. Gerçekten o bir ikindi güneşi gibi çabuk, sekiz sene içinde bu dünyâdan göçüp gitti, ama muazzam gölgesi Kırım’dan Hicaz’a, Tebriz’den Dalmaçya sâhillerine kadar uzanıyordu. (Bkz. Yavuz Sultan Selim)
Yavuz Sultan Selim’in vefâtı üzerine hayattaki tek oğu Süleyman Han Osmanlı tahtına oturdu (1520). Henüz yirmi altı yaşında bulunan Sultan, iyi bir eğitim görmüş kılıçta ve kalemde de usta olarak yetişmişti. Gerek yaptığı kânunlar, gerekse kânun ve nizamlara gösterdiği fevkalâde riâyet yüzünden “Kânûnî” ünvânıyla yâdedilmiş bu ünvan âdeta ona isim olmuştur. Kânûnî Sultan Süleyman bizzat ordusunun başında çıktığı on üç büyük sefer sonunda babasından devraldığı 6.557.000 kilometrekarelik Osmanlı toprağını 14.893.000 kilometrekareye ulaştırdı. Yaşadığı asır, dünyâ târihine Türk asrı olarak geçti. 45 yıl 11 ay 7 gün Türk-Osmanlı tahtında oturan Kânûnî, târihçilerin itifakı ile “Cihan Pâdişâhı” dır. O, pekçok bakımdan eşine ender rastlanan bir devlet reisiydi. Bütün dünyânın servetleri ayak ucuna hediye diye getirilen, bir savaşla bir devleti ortadan kaldıran, dünyânın bütün devlet reislerine emirlerini dikte ettiren bir pâdişâhtı. Kırk altı yıllık saltanatını, sarayların zevk ve sefâsıyla değil, Allahü teâlânın rızâsı yolunda savaş meydanlarının cevr ve cefâsıyla geçirdi. Bütün saltanat müddetinin en az on yılını kar, kış, yağmur, tehlike altında çadırlarda harcadı. Batılılar ona “Muhteşem Süleyman” adını veriyorlardı. Ama o, kendinden çok devletine ve milletine ihtişam verdi. Zigetvar Kalesinin Fethi sırasında 6-7 Eylül 1566’da bu büyük cihan pâdişâhının ölümüyle Osmanlı-Türk târihinde bir devir kapanıyordu. Türk milletinin binlerce yıllık hayâtında erişebildiği en yüksek noktayı temsil eden Kânûnî Sultan Süleyman Han, birbiri ardına dâhiler çıkaran Osmanoğlu âilesinin de zirvesini teşkil ediyordu. Ondan sonra da zaman zaman kudretli pâdişâhlar çıkacak fakat kuruluştan bu yana devam edip gelen dehâ zinciri artık gevşemiş olacaktı.
Kânûnî devrinin parlaklığı yalnız fetihlerinin azametine münhasır değildir. Türk-İslâm medeniyeti de her alanda en yüksek seviyesine bu devirde çıkmıştır. İlimde Zenbilli Ali Efendi, Kemal Paşazâde, Ebüsü’ûd Efendi, kendisi başta olmak üzere edebiyatta; Bâki, Fuzûlî, sanatta; Mîmar Sinân, târihte; Mustafa Selânikî, Celalzâde, Nişancı Mehmed Paşa, coğrafyada; Pîrî Reis, kaptan-ı deryâlıkta; Barbaros Hayreddîn Paşa, Seydi Ali Reis, Pîrî Reis ve Turgut Reis, devlet adamlığında; Lütfi Paşa ve Sokullu Mehmed Paşa asrın dev simalarıdır. Kültür hareketleri bu devirde ziyâdesiyle canlıydı. Osmanlı Türk edebiyâtında ilk defâ görülecek olan tezkere vâdisi bu pâdişâh zamânında ortaya çıktı. Sehî ve Latifi gibi tezkireciler eserlerini ona takdim ettiler. Bu, imparatorluğun dört bir yanındaki ses veren şâirleri bir arada görmek demekti. Bizzât kendisi de şâir olup Muhibbî mahlası ile şiirler yazdı ve divanı devrinde 2800’ü aşkın gazeli ile, Zâtî’den sonra ikinci büyük divan olarak ortaya çıktı. (Bkz. Kânûnî Sultan Süleyman Han)
Osmanlı Devletinin bir cihan imparatorluğu durumuna ve yüzyıllarca dünyâ siyâsetinde baş rolü oynamasına sebep olan maddî ve mânevî kaynaklar nelerdi? Kuruluş ve yükselme devrinde görülen dâhî pâdişâhlar, cihan hâkimiyeti devresinde de devam etti. İtalyan Langosto, Fâtih hakkında; “İnce yüzlü, uzunca boylu, hürmetten fazla korku telkin eder, seyrek güler, şiddetli bir öğrenme arzusuna sâhip ve âlicenaptır. Dâimâ kendinden emîndir. Türkçe, Arapça, Farsça, Rumca, Slavca, İtalyanca ve İbrânice konuşur, harp sanatından çok hoşlanırdı. Herşeyi öğrenmek isteyen zekî bir araştırıcı idi. Nefsine hâkim ve uyanıktı. Soğuğa, sıcağa, açlığa, susuzluğa ve yorgunluğa mütehammil idi.” demektedir. Ömrü Allahü teâlâ yolunda cihâd etmekle geçen Fâtih, Trabzon Seferine giderken Zigana Dağlarını yaya geçmek zorunda kalmış ve bu sırada büyük güçlük ve sıkıntılarla karşılaşmıştı. Sefer sırasında yanında bulunan Uzun Hasan’ın annesi onun çektiği bu eziyetleri gördükten sonra kendisini seferden alıkoymak kasdıyla;
“Ey Oğul! Bir Trabzon için bunca zahmet değer mi?” deyince yüce Hakan;
“Hey ana, bu zahmet din yolunadır. Zahmeti ihtiyar etmezsek bize gâzi demek yalan olur.” diye cevap vermiştir.
Fâtih Sultan Mehmed’in sâdece dünyânın incisi olan İstanbul’u Türk milletine hediye etmesi, bu milletin ebediyyen ona minnettâr olması için yeter. Nitekim şâir Abdülhak Hamid bütün bir milleti Fâtih’in türbedârı göstermekle fethin azametine işâret etmiştir.

Şâyestedir denilse âlem, senin mezârın
Durmuş başında bekler, bir kavm türbedârın.


Sultan İkinci Bâyezîd ise, şâir, âlim ve aynı zamanda hattattı. Fâtih gibi bir baba ve Yavuz gibi bir oğul arasında saltanat sürmesi ve onlarla kıyaslanması sebebiyle saltanat devresi sönük görünmektedir. Halbuki o kendinden önce ve sonra gelenlerle her bakımdan karşılaştırılabilecek bir pâdişâhtı. İkinci Bâyezîd döneminde Osmanlı İmparatorluğu, türlü isyanlara, iç karışıklıklara, batı devletleriyle güney ve doğu komşularının Türklere karşı daha tehditkâr bir tavır takınmalarına, deprem ve sel gibi âfetlere kıran ve salgın hastalıklar gibi felâketlere rağmen dünyânın en kuvvetli devletlerinden birisi olarak teessüs etti. “Velî” tabiatlı olan Pâdişâh, Bâyezîd Meydanında kendi külliyesiyle birlikte câmiinin inşâsı bitince;
“Her kim ömrü boyunca ikindi ve akşam namazlarının sünnetlerini terk etmemişse ilk Cumâ namazında o imâm olsun.” buyurmuştu.
Bu hususta kendisinden başka kimse çıkmamış, hazerde ve seferde hiçbir sünneti bırakmadığı için namazı kendisi kıldırmıştır.
“Biz Allah tarafından memur olmadıkça bir sefere gitmeyiz.” diyen Yavuz Sultan Selim Han ise, Cihan hâkimiyeti dâvâsında çok kudretli bir sîmâdır. Kendisini Rodos Seferine teşvik edenlere:
“Ben cihangirliğe alışmışken, siz himmetimi küçük bir adanın fethine hasretmek istiyorsunuz.” cevabı kendisini en iyi şekilde anlatmaktadır. İki büyük meydan muhârebesiyle Memlûk Devletini ortadan kaldıran, mübârek makamlara hizmetle şereflenen ve Müslümanların halîfesi ünvânını alan Yavuz Sultan Selim, 25 Temmuz 1518 günü İstanbul’a ulaşmıştı. Ancak İstanbul’da halkın büyük bir karşılama hazırlığı yaptığını işitince gece vakti yanında birkaç kişiyle kayığa binerek gizlice Topkapı Sarayına çıktı. Ertesi gün pâdişâhın sarayda olduğu öğrenilince hiçbir merâsim yapılamadı. “Biz ne yaptık ki bu kadar rağbet edilir!” diyen cihan pâdişâhı gâyet sâde giyinir, devlet işleri dışında gösterişe rağbet etmezdi. Vefâtı sırasında yanında bulunan Hasan Can’la arasında şöyle bir konuşma geçti: “Hasan Can, bu ne haldir?” “Sultanım Cenâb-ı Hakk’a teveccüh idüb Allahü teâlâ ile olacak zamandır.” “Bizi bunca zamandan beri kiminle biliyordun; Cenâb-ı Hakk’a teveccühte bir kusur mu fehm eyledin?” Bu konuşmadan sonra Hasan Can’dan Yâsin okumasını istedi ve dileği yerine getirildi. Kaynaklar nâşı yıkanırken sağ eli iki kere setr-i avret ettiğini ve orada bulunanların hayretle tekbir ve salevât getirdiklerini belirtmektedir. Her bakımdan büyük bir îtina ile büyütülen şehzâde Süleymân 25 yaşını geçerken Osmanlı tahtın oturduğunda dünyânın en kuvvetli ordu ve donanması, en düzenli devlet teşkilâtı, zengin ülkeler, muntazam mâliye ve kâbiliyetli bir millet emrinde idi. Bu muazzam kaynakları kullanarak zaferden zafere koşan Kânûnî Sultan Süleymân, Osmanlı ihtişam ve azametinin en yüksek mümessilidir. Kaynaklarda Kânûnî, hareket ve sözleri güzel, aklı kâmil, âlim, hâkim ve şâirlere dost, bütün maddî-mânevî iyilikleri şahsında toplamış, emsalsiz bir pâdişâh olarak tavsif edilmektedir. Devletin bu devirdeki azamet ve büyüklüğü dış dünyânın tecessüsünü gitgide arttırmış, Rusya ile Avrupa’da görünüşte Kudüs’e hac için giden seyyahlar, Osmanlı ülkesine akın etmişlerdir. Bu seyyahlar kendi hükümdarlarına sundukları arizalarda Osmanlının büyüklük sırlarını anlatmaya çalışmışlardır.

Osmanlı pâdişâhlarının büyük ilim, din, kültür ve sanat adamlarını ülkelerinde toplayarak medeniyetin ilerlemesine ve müsbet ilimlerin gelişmesine çalışmaları. Nitekim Fâtih devrinde İstanbul medeniyetin ve dünyânın en yüksek bir merkezi hâline geldi. Molla Gürânî, Akşemseddîn, Hocazâde, Molla Hüsrev ve Hızır Bey gibi dînî ilimlerdeki âlimlerin yanında matematik ve astronomi âlimi Ali Kuşçu, Yûsuf Sinan Paşa, tıp dalında Muhammed bin Hamza, Sabuncuoğlu Şerefeddîn ve Altuncuzâde Fâtih’e mensup en mühim simalar idi. Fâtih Sultan Mehmed, Türk İslâm âlimleri gibi Rum ve İtalyan âlimlerini de himâyesine alarak çalışmalarında destek verdi. Rum âlimi Yorgi Amirukis’i Batlamyüs coğrafyasına göre bir dünyâ haritası yapmağa memur etti. Harita üzerine memleket, şehir ve mevkilerin Türkçe isimlerini de koydurdu. Fâtih’in ilme olan hizmetlerine işâret eden eserlerden en önemlisi, hiç şüphesiz câminin etrâfında yaptırdığı medreselerdir. Câminin etrâfında sahn-ı semân adıyla 8 medrese ve bu medreselerin arkasında daha küçük ve tetimme denilen diğer 8 medresede dînî ilimlerin yanısıra matematik, astronomi ve tıp okutulduğu ilmiye salnâmelerinde yazılıdır. Fâtih Sultan Mehmed devrinde İstanbul’un ilim merkezi yapılması için başlatılan çalışmalar; Bâyezîd Han, Yavuz Sultan Selim ve Kânûnî Sultan Süleymân devirlerinde de devâm etti. İkinci Bâyezîd Han kendi ülkesinde olduğu gibi doğu İslâm ülkelerindeki âlimlere dahi maaşlar bağlattı. İlmin yayılması için onları teşvik etti. Amasya, Edirne ve İstanbul’da câmilerin yanında medreseler de inşâ ettirdi.
Yavuz Sultan Selim’in etrâfı âlim, şâir ve şeyhlerle dolu idi. Sefer ve zaferleri bir vazife sayarak kudretini onlara sarf ediyor; fakat bu zamanlarda bile ilim ve edebiyâtı terk etmiyordu. Yanında bulunan âlimleri dâimâ telif ve tercümelere memur etti. Büyük âlim ve şeyhülislam Kemâl Paşazâde Osmanlı târihine dair Tevârih-i Âl-i Osman adlı eserini Yavuz’un emriyle yazdı. Kendisi de her fırsatta kitap okur ve şiir yazardı. Kemal Paşazâde bir gün atını sürerken Pâdişâhın üzerine çamur sıçratınca çok üzülmüş fakat Yavuz;
“Üzülmeyiniz, âlimlerin atının ayağından sıçrayan çamur, bizim için süstür. Vasiyyet ediyorum, bu çamurlu kaftanım, ben vefât ettikten sonra kabrimin üzerine örtülsün.”
diyerek ilim adamlarının yanındaki değerine işâret etmiştir. Kânûnî Sultan Süleymân Han da âlimlerle Allah dostlarına çok hürmet eder, her birine hallerine göre izzet ve ikrâmlarda bulunurdu. Onlara danışmadan hiçbir işe girişmezdi. Âlimler için medreseler, evliyâ için tekkeler yaptırır, fethettiği yerleri câmilerle mâmur ederdi. İstanbul’da kendi câmii civarında vücuda getirdiği Sahn-ı Süleymâniye adındaki tıp ve riyâziye fakülteleri dünyânın en ileri ilim merkezleriydiler. Devrinde kültür ve sanat faaliyetleri doruk noktasındaydı. İlim, kültür ve sanat müesseselerinde, Kânûnî’nin himâyesinde kıymetli şahsiyetler yetişip her biri eşsiz eserler verdiler. Sultan İkinci Murâd’la temeli atılıp büyüyen ve genişleyen bu ilim ve kültür hareketleri, ondan sonraki pâdişâhlar tarafından da en iyi şekilde devâm etti. Fâtih’le başlayan dîvân bırakma durumu II. Bayezîd, I. Selim ve Kânûnî ile gelişti. Şiirde Fâtih Avni, Bâyezîd Adlî, Selim Selîmî ve Kânûnî Muhibbî mahlasını kullandı. Pâdişâhların yanısıra Osmanlı devlet adamlarından Mahmûd Paşa, Karamânî Mehmed Paşa, Fenârizâde Ahmed, Çandırlızâde İbrâhim, Veliyüddînoğlu Ahmed, Sinan ve Cezeri Kâsım Paşalar gibi kıymetli âlim ve vezirler gerek Türkiye’deki ve gerek hâriçten gelmiş olan muhtelif ilim ve sanat adamlarını himâye etmişlerdir. Bu durum Osmanlılarda ilmin gelişmesi ve ilim adamlarının yetişmesinde başlıca âmil olmuştur.

Osmanlı ordusunun pâdişâh ve komutanlara itâat, düzen, disiplin, kâbiliyet, ahlâk, nefse hâkimiyet, silaha alışkanlık ve kahramanlıkta en yüksek seviyede bulunması. Nitekim yabancıların söyledikleri şu sözler Türk ordusunun vaziyetini göstermesi bakımından mühimdir:
“Türk ordularında bir bayram namazı seyrettim. Sarıklı başlardan mürekkep, büyük bir topluluğun toplanmış olduğunu gördüm. Derin bir sessizlik içinde namazı idâre eden (kıldıran) imâmın sözlerini dinliyorlardı. Her safın belirli bir durumu vardı. Ayrı saflar dizildikleri açık sahrada, tıpkı bir duvar gibi uzanıyordu.” (Baron von Busbecq)
“Bizde (Fransız ordusunda) 10 kişi, Türklerde 1000 kişinin yapacağından fazla gürültü yapar. (Bertrandon de la Brocquiere)
“Mâhir bir kumandan, Türk askeriyle dünyâyı kutuptan kutba kadar kat edebilir.” (Vandal)
“Seleflerinin gayretleri sâyesinde Sultan Süleymân öyle bir orduyu emri altında bulunduruyordu ki, kuruluşu ve silahları bakımından bu ordu, dünyânın bütün diğer ordularından dört asır ilerdeydi... Her Türk askeri yalnız başına seçkin bir Avrupa taburuna bedeldi.” (Benoist Mechin)
“Kudretli Türk ordusu, bir tek emirle, tek vücut ve iyi kurulmuş bir makina hâlinde harekete geçiyordu.” (Henri Hauser)
“Türklerin mevcut sistemini kendi sistemimizle mukayese edince istikbalin başımıza getireceği felâketleri düşünüyor, titriyor ve âkibetimizden korkuyorum. Bir ordu gâlip gelecek ve pâyidâr olacak, diğeri de mahv olacaktır. Çünkü şüphesiz ikisi de sağlam sûrette devam edemez. Türklerin tarafında kuvvetli bir imparatorluğun bütün kaynakları mevcut, hiç sarsılmamış bir kuvvet var, sefer görmüş askerler, zafer itiyadları, meşakkatlere tahammül kâbiliyeti, birlik, düzen, disiplin, kanâatkârlık ve uyanıklık var. Bizim tarafta ise, umûmî fakirlik, husûsî israf, sarsılmış kuvvet, bozulmuş mâneviyât, tahammülsüzlük ve idmansızlık var. Bütün bunların en kötüsü, düşmanın (Türklerin) zafere bizim de hezimete alışkın bulunmamızdır. Neticenin ne olacağını tahminde tereddüdün yeri var mıdır?” (Busbecq)

Osmanlıların Atlas Okyanusundan Umman Denizine ve Macaristan’dan, Kırım ve Kazan’dan Habeşistan’a kadar geniş yerlere hâkim olmaları; Allahü teâlânın kelâmı Kur’ân-ı kerîmin emirlerine göre, adâletle idâre etmeleridir.

Osmanlı Devletinin bütün temel müessese ve teşkilâtı, Fâtih, devrinde en mükemmel bir hâle geldi. Fâtih teşkilâtçı ve imârcı idi. Devlet idâresini tam bir intizam içinde yürütmek için lüzum ve ihtiyaç görüldükçe İslâmın esaslarına uygun kânunlar ve fermanlar yayınladı. Hazırlattığı kânûnnâmesi hukuk sâhasında çok önemli bir mevki tutmaktadır. Daha sonra Sultan Süleymân Han o güne kadar vâzedilen kânunları, Kânunname-i Âl-i Osman adı altında İslâm hukûku esasları dâhilinde toplattırıp, tanzim ettirdi. Bu kânunnâme, hukûkî, idârî, mâlî, askerî ve diğer lüzumlu mevzuları içine alan, başlıklar altında, cezâ, vergi ve ahâliyle askerlerin kânunlarını ihtivâ ediyordu. Kânunnâme’de bildirilen hükümlerin tamâmı İslâm hukukundan alınarak, Hanefî mezhebine göre tanzim edilmiştir. Fethedilen ülkelerde, örfî hukuk denilen, önceki idâreden kalan kânunlar ve halkın teamülleri de İslâm hukûkuna uygunluğu şartıyla kânunnâme’de yer almıştır. Böylece hazırlanan kânunlar asırlarca en iyi şekilde ve eksiksiz tatbik edilip, devletin tebeasını teşkil eden her çeşit insana huzur ve saâdet kaynağı oldu.

Duraklama Dönemi (1566-1699) »

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder