27 Haziran 2013 Perşembe

DURAKLAMA DÖNEMİ (1451 - 1574)
Kânûnî Sultan Süleymân’ın ölümü ile muhteşem pâdişâhlar ve onların hamleleri nihâyet bulmakla berâber devletin henüz karalarda üstünlüğü, iç denizlere hâkimiyeti ve ictimâî nizam bütün kudretiyle yaşamakta idi. Nitekim İkinci Selim Han döneminde (1566-1574) Avusturya’nın Erdel üzerine küçük bir tecâvüzü üzerine şiddetli bir mukâbelede bulunuldu. 1570’te Kıbrıs fethedildi.

Türk donanması Okyanusya’ya kadar gidip Sumatra (Açe) Sultanlığıyla yâni Uzakdoğu Müslümanlarıyla temâsa geçti. Kurdoğlu Hayreddîn Hızır Bey 22 parça gemiyle Açe Sultanı Alâaddîn’e top ve topçu ustası götürdü. Türk subayları Açe ordusunda ıslâhat yaptı. Diğer taraftan İkinci Selim Hanın Türk târihinin en şuurlu ve hayâti seferi olan Don-Volga nehirlerini bir kanalla birleştirme, böylece Karadeniz’le Hazar Denizini birbirine bağlama projesi Kırım Hanı Devlet Giray’ın ihânetiyle, başarısız kaldı. Bu kanal projesi sâyesinde, o sırada gitgide kuvvetlenen Rusların güneye doğru sarkmaları önlenecek, İran kuzeyden çevrilmek sûretiyle artık tehlike olmaktan çıkacak, bütün Sünnî Müslümanların halîfesi olan Osmanlı sultanı, sünnî İslâm ve Türk ülkelerinin aynı zamanda fiilî hâkimi olacaktı. Bütün Türk yurtlarını bir bayrak altında toplayabilecek kadar muhteşem bu tasarıdan Ruslar dehşete kapılmışlar ancak karşı koyamamışlardı. Öte yandan Devlet Giray; bu kanal açıldığı takdirde Osmanlının artık o taraflarda kendi askeriyle iş görüp Kırımlılara ihtiyacı kalmayacağı, böylece Kırım’ı ilhak edip merkezden vâlilerle idâre edebilecekleri gibi bozuk bir düşünce içine düştü. Bu yüzden asker arasında menfi propaganda yaptı. Kış mevsiminin buralarda altı ay sürdüğünü ve kimsenin bu soğuğa dayanamıyacağını söyledi. Çeşitli zorluklar çıkardı. Neticede kışı geçirmek üzere Azak’a dönen Osmanlı teknik heyeti ve askerleri bir daha kanal başına gidemedi. Böylece Kırım bu günlere kadar süren târihteki tâlihsizliğini kendi eliyle hazırladı ve Türk târihinin çehresini değiştirecek büyük ve önemli bir teşebbüs başarısızlığa uğradı. Artık, Rusya Kafkas Türk hanlıklarını yutmaya Osmanlıları ise, en fazla hırpalayacak bir güç olmaya hazırlanıyordu.
Osmanlı Devletinin İkinci Selim devrinde uğradığı ikinci muvaffakiyetsizlik İnebahtı’da oldu. Kıbrıs’ın Türkler tarafından fethi üzerine Papanın teşvikleri neticesinde büyük bir Haçlı donanması hazırlandı. 1571’de İnebahtı’da meydana gelen deniz muharebesinde Osmanlı donanması imhâ edildi. Çok şehit verildi. Ancak Uluç (Kılıç) Ali Paşa kurtarabildiği 60 kadar gemi ile İstanbul’a gelebildi. Bundan sonra devlet, bütün imkânlarıyla; bir kış zarfında eski donanmasını tekrar inşâ ederek Akdeniz hâkimiyetini tekrar sağladı. Sokullu Mehmed Paşa Venedik elçisine:
“Biz Kıbrıs’ı almakla sizin kolunuzu kestik. Siz ise bizim sâdece sakalımızı traş ettiniz. Kırılan kol bir daha yerine gelmez. Fakat kazınan sakal daha gür çıkar.”
diyerek onlara fazla sevinmemelerini söyledi. Bu arada donanmanın yetişmiyeceği endişesini taşıyan Kılıç Ali Paşaya da;
“Paşa, bu millet öyle millettir ki, isterse bütün gemilerinin demirlerini gümüşten, yelkenlerini atlastan, halatlarını ibrişimden yapar.”
sözü meşhurdur. Gerçekten ertesi yaz Osmanlı donanması hazırlanıp Akdeniz’e inince, Venedikliler, barış istemek zorunda kaldı. Hattâ bu anlaşmada Venedik Cumhuriyeti, Türklere Kıbrıs Seferinde yapılan masraflar karşılığı savaş tazminâtı ödemeyi bile kabul etti. İkinci Selim Handan sonra Osmanlı tahtına çıkan Üçüncü Murâd döneminden (1574-1595) îtibâren Osmanlı Devletinin giriştiği harpler çok uzun sürmeye ve devletin aleyhinde olmaya başladı. Nitekim 1578 yılında başlayıp çeşitli aralıklarla Üçüncü Mahmûd (1595-1603), Birinci Ahmed (1603-1617), İkinci Osman (1618-1622) ve Dördüncü Murâd (1623-1640) devirlerinde olmak üzere 1639’a kadar sürmüş olan İran harpleri Osmanlı duraklamasının başlıca sebeplerinden biri olmuştur. Osmanlı Devletinin zayıf ânını kollayan ve Hıristiyan Batı dünyâsı ile birlikte hareket eden İran, devamlı olarak bu devleti uğraştırmayı gâye edinmiştir. İran’a karşı koyabilmek için devamlı Anadolu’dan asker desteği verilmiş bu durum zamanla Anadolu’da sıhhatli dengelerin sarsılmasına yol açmıştır. Duraklamanın diğer sebepleri şu şekilde sıralanmıştır:

1593-1606 Avusturya harplerinde timarlı sipâhi yerine, tüfekli piyâde kullanılması mecbûriyeti yüzünden, yeniçerilerin miktârı ziyâdesiyle arttırıldığı gibi, Anadolu’da ücretle pekçok tüfekli sekban askeri yazıldı. Sekban askerine ihtiyaç kalmadığı zamanlarda ücretsiz kalan bu eli tüfekli gruplar Anadolu’da halkı haraca kesmeye ve taarruzlara başladılar. Bozgunculukları sebebiyle timarları ellerinden alınan sipâhiler de onlara katıldı. Böylece 1596-1610 yılları arasında Osmanlı İmparatorluğunu temelinden sarsan Celâli hareketi başgösterdi. Anadolu’da yağma ve çapulculuğa başlayan Celâlilere İran yanlılarının da katılıp, İran’ın bunları desteklemesi neticesinde isyanlar kısa sürede büyüdü. Öyle ki, Anadolu’da etrâfına 30-40 binlik kuvvetler toplayan Celâli liderleri çıktı. Bunlar emri altındakileri bir ordu biçiminde teşkilatlandırıyorlar ve üzerlerine gönderilen devlet güçleriyle çetin muhârebelere girişiyorlardı. Devletin İran ve Avusturya ile harp hâlinde bulunmasından da istifâde eden Celâliler, Anadolu’yu baştan başa yakıp yıktılar. Paniğe kapılan köylüler, topraklarını bırakarak şehir ve kasabalara sığınmaya çalışıyorlar, varlıklı olanlar İstanbul’a Kırım’a veya Rumeli’ye kaçıyorlardı. Bu durum Sultan Birinci Ahmed Hanın dirâyeti ve Vezir-i azam Kuyucu Murâd Paşanın üç sene süren temizleme faaliyeti neticesinde önlenebildi. Bu müddet içinde öldürülen Celâli sayısının 65 bini bulması Anadolu’nun içine düştüğü durum hakkında bir fikir vermektedir.

1580’lerden îtibâren batıdan büyük ölçüde gümüş gelmesi neticesi fiyatların düşmesi üzerine yaşanan ve fiyatlar ihtilâli denen karışıklık. Bu vaziyet karşısında küçük timar sâhipleri, uzak ve masraflı seferlerden kaçınmaya başladı. Diğer taraftan Orta Avrupa’da yapılan savaşların harp usullerinde meydana gelen değişiklikler, tüfekli yaya askerine olan ihtiyacı ortaya çıkardı. Ayrıca Timarlı sipâhiler, silah ve techizât bakımından değil, teşkilât ve taktik bakımından da modern savaş şekline ayak uyduramıyorlardı. Bu sebeplerle devlet yeniçeri sayısını arttırmaya ve sekban-saruca adı altında tüfekli Anadolu leventlerini ücretli asker olarak kullanmaya başladı. Yine bu devrede artık işe yaramayan yaya ve müsellemler ve voynuklar gibi bâzı eski askerî birlikler de kaldırıldı. Kapıkullarının toplam mevcudu; 1475’lerde 13.000, timarlı sipâhi 60.000; 1526’da kapıkulu 24.000’e, timarlı sipâhi 80.000 olduğu halde 1610’larda kapıkulu 40.000’e çıkmış timarlı sipâhi sayısı ise 20.000’e düşmüştür. Neticede timar sisteminin bozulmasının en menfi tarafı devletin iktisâdî yapısına yansımasıdır. Timarlı sipâhilerin boşalttığı dirliklerin gelirini eskisi gibi toplayıp devletin hazinesine akıtmak mümkün olmamıştır. Bu dirliklere gönderilen mültezimler zamanla büyük servet sâhibi olarak nüfuz kazanmış ve devletin başına belâ kesilmişlerdir.

Sokullu Mehmed Paşanın ölümünen (1579) Halil Paşanın sadrâzamlığına (1617) kadar otuz sekiz sene zarfında hükümet reisliği makâmına geçen on dokuz vezir-i âzam içinde bu mevkiye liyâkati olanların adedi üçü geçmemektedir. Bu durum son devirde kaht-ı rical denilen adam yokluğunun daha 17. yüzyıldan îtibâren görülmeye başladığının da işâretidir. Bütün bu olumsuzlukların başlangıcına rağmen pâdişâhlar, cihan hâkimiyeti dâvâlarına samimiyetle bağlı bulunuyorlardı. Nitekim onlar yine Alman hükümdarlarını imparator ve kendilerine müsâvi kabul etmiyor, onlarla yapılan anlaşmalara yine muâhede-nâme değil, ahid-nâme nazarıyla bakıyor ve eskisi gibi bunu kendi lüfut ve ihsanları sayıyorlardı. Osmanlı siyâsi kudreti gibi ictimâî nizamı da devam ediyordu. Ayrıca sanat ve ticâret hayâtında ahlâkî nizam ve anânelere aykırı bir hareket nâdir görülüyor ve bu gibi durumlar esnaf teşekküllerinin (loncalar) şiddetli murâkabesine sebep oluyordu. Böylece devletin bir müdâhalesi olmadan ictimâî müesseseler umûmî nizamı muhâfaza ediyordu. Bu hususta Fransız elçisi D. Chesneau,
“(Osmanlı şehirlerinde) Nizam ve asâyiş inanılmaz derecede kuvvetliydi. Geceleyin şehirleri muhâfaza için elinde bir sopa ve fenerle gezen tek bir kimsenin dolaşması kâfi idi. Halbuki Paris’te aynı vazife, bir kıt’a askerin başında bir kumandan tarafından zorlukla yapılıyordu”
demektedir. Thevanot ise:
“Bir milyonluk büyük İstanbul şehrinde dört yılda dört katl vak’ası görülmemiştir. Ticârî emtia ile dolu olan muazzam kervansaraylar bir tek adam tarafından korunuyor”
der. Böyle bir cemiyette devletin vazifesi sâdece Allahü teâlânın irâdesine uygun Türk-İslâm nizâmını ve adâletini muhâfaza etmek ve bunu dünyâya yaymaktı. Bununla berâber devlet hiçbir zaman İslâmlaştırma ve Türkleştirme siyâseti gütmedi. Zîrâ cihan hâkimiyeti ve İslâm nizâmı mefkuresine inanan bir devlet dar bir milliyetçilik görüşüne saplansa ve insanlık prensiplerine bağlı kalmasa idi, bu cihanşümûl vazifesini yapamaz ve başka imparatorluklar gibi süratle çökerek, uzun asırlar boyunca, yaşayamazdı. Osmanlı Türkleri, on yedinci asırda, zaferler kazanırken, bâzan da mağlubiyetler görüyor, böylece azamet devrine nazaran bir duraklama içinde bulunduklarını anlıyorlardı. Ancak duraklamanın sebeplerini araştıran Türk mütefekkirleri askerî, idârî ve ilmî müesseselerde müşâhade ettikleri bozuklukları islah etmek sâyesinde İmparatorluğun eski kudretini tekrar kazanacağına, medenî ve mânevî üstünlüğün kendilerinde olduğuna inanıyorlardı. Fakat kânun ve nizamlardaki bu düzelme, otorite sâhibi bir pâdişâh idâresinde mümkündü. Bir de artık ortalıkta tek bir pâdişâh adayı bulunmuyordu. Bir noktada vezirlerin nüfuzları konuşuyordu. Bu sebepten ilk öldürülen pâdişâh Sultan İkinci Osman olmuştu. Böylece pâdişâhların devletin aksayan yönlerine neşter vurabilmesi kolay görünmüyordu. Ayrıca, timarlı sipâhi ordusunun gücünü kaybetmesi, buna karşılık Yeniçeri ordusu miktârının aşırı derecede artışı merkezde büyük bir gücün doğmasına yol açtı. Yeniliklere karşı çıkan bâzı devlet adamları da her fırsatta bu gücü kullanmaya başlayarak, devletin ve yeniçeri ocağının sonunu hazırlamaya başladılar. Nitekim Üçüncü Mehmed Handan sonra ilk defâ ordunun başında sefere çıkan İkinci Osman Han (1621), Yeniçeri kuvvetlerinin bozulmakta olduğunu gördü. Ancak onun ocağı ıslah teşebbüsü Osmanlı târihinde ilk defâ bir pâdişâhın kul eliyle şehit edilme hâdisesini ortaya çıkardı (Bkz. Osman Han-II).
Bununla berâber İkinci Osman’ın şehit edilmesi hâdisesinden ders alan Dördüncü Murâd Han, parlak zekâsı, tedbirli siyâseti ve acı kudreti neticesinde devlete yükselme devirlerini hatırlatacak şekilde bir canlılık getirdi.

Dördüncü Murâd Han, İran üzerine düzenlediği Revan ve Bağdât seferlerine giderken öncelikle Anadolu’daki sipâhi zorbalarını ve mütegallibe denilen zorla işbaşına gelmiş veya yolsuzlukla zengin olarak nüfuz sahibi olmuş zümreyi temizleyerek ülke içerisinde istikrarı sağladı (Bkz. Murâd Han-IV). Daha sonra Revan ve Bağdat Seferlerinden muzaffer çıkan Sultan, İran’la çeşitli aralıklarla on altı yıldır devam eden harbe nihâyet verdi. Kasr-ı Şirin Muâhedesi diye meşhur olan bu antlaşmanın hükümleri, çok az bir değişiklikle günümüze kadar geldi. (Bkz. Kasr-ı Şirin Antlaşması) Dördüncü Murâd Hanın genç yaşta ölümü (1640) ve daha sonra Sultan İbrâhim Hanın âsiler tarafından şehit edilmesi (1648) üzerine Dördüncü Mehmed’in henüz yedi yaşındayken tahta çıkması zaman geçtikçe ocak ağalarının idârede nüfuz kazanmalarına yolaçtı. Yeniçeri ve sipâhi ağaları, vezirlerin seçilmesinde en önemli rolü oynuyorlardı. Bu durum devletin siyâsî yapısı ve mâlî vaziyetini bozdu. Her iş ağaların eline geçip kendilerine hiçbir sûretle muhâlefet edecek kimse kalmadı. Bunlar, asker mevcudunu yüksek göstermek sûretiyle fazla ulûfe aldıkları gibi yaptıkları tâyinlerden de yüklüce rüşvetler çekiyorlardı. Bu ve benzerî olaylar, zaman zaman önlenmesine rağmen 1656 yılında Köprülü Mehmed Paşanın sadârete getirilmesine kadar sürdü. Bu târihe kadar defâlarca sadrâzam değişikliğine rağmen devletin hayrına çalışan Tarhuncu Ahmed Paşadan başkası çıkmamıştı. Merkezde süren bu bozukluk devresinde, câhil ve iktidarsız vezirlerin eyâletlere rüşvetle adam tâyin etmeleri ahâlinin yine zorbalar eline düşmesine sebep oldu. Yapılan mezâlimler sebebiyle köylü halkın bir kısmı çiftini bozup şakâvete başlamış bir kısmı da şehir ve kasabalara sığınmıştı. Kalanlar da eziliyordu. Evvela Kuyucu Murâd Paşanın ve daha sonra Dördüncü Murâd Hanın şiddetli darbeleriyle bu isyan ve şakâvetler önlenmişse de, merkez zayıf düştükçe yine baş kaldırmalar meydana çıkıyordu (Bkz. Celâliler).
Dördüncü Mehmed Hanın ilk sekiz senesinde bu durum bütün şiddetiyle devam etti. Pâdişâh, on beş yaşına geldiğinde kudretli vezir Köprülü Mehmed Paşayı iş başına getirerek devlete tekrar içte istikrar ve dışta îtibâr kazandırdı. Köprülü Mehmed Paşa (1656-1661) ve Köprülü Fâzıl Ahmed Paşa (1661-1676) dönemlerinde Osmanlı Devleti, Kânûnî Sultan Süleyman devrindeki gibi huzurlu bir devre yaşadı. Bu müddet içinde tek bir kapıkulu ayaklanması görülmedi. Arasıra mağlubiyetler görülmesine rağmen Sancak-ı şerîf altında Türk orduları yeni bir zafer çağı yaşadı. Avusturyalıların çok güvendiği Uyvar Kalesi 1663’te fetholundu. Bu fetih üzerine halk şâirleri ordunun heybet ve şevkini anlatan şiirler kaleme aldılar.

“Müjde gelüp Ehl-i İslâm şad oldu.
Gâzi Vezir fetheyledi Uyvar’ı
Nemçe lâin kal’asından yâd oldu.
Gâzi Vezir fetheyledi Uyvar’ı.”


bunlardan biridir. Nihâyet Fâzıl Ahmed Paşadan sonra Osmanlı sadâret makâmına gelen Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, 1683 yılında Viyana’yı muhâsara etti. 100-120 bin kişilik Osmanlı ordusu Dük Şarl dö Loren kumandasındaki Avusturya ordusunu yenerek bütün ağırlıklarını zaptetti. Avusturya imparatoru Leopold, bu yenilgi üzerine bütün ümidini kaybederek Viyana’yı bırakıp kaçtı. Şehirde kalan Kont Stahramberg, bütün eli silah tutan erkekleri asker yazıp savunma tedbirleri aldı. Vezir-i âzam Kara Mustafa Paşa, kaleyi kurtarmak için gelebilecek Haçlı kuvvetlerine karşı durmak üzere Tuna Köprüsünü tutma vazifesini Kırım Hanı Murâd Giray’a vermişti. Düşman buradan geçtiği taktirde Budin beylerbeyi İbrâhim Paşa bunlara karşı çıkacaktı. Viyana’nın fethedilmesiyle Alman-Avusturya İmparatorluğu geri atılacak böylece Macaristan’da kuvvetli bir Macar Krallığı kurulabilecekti.
Macaristan ayakta durdukça Avusturya’nın artık Türk Devleti için önemli bir tehlike teşkil etmesi düşünülemezdi. En büyük düşman olan Avrupa’ya karşı böyle kuvvetli bir savunma duvarı kurulması Türk Devletini uzun yıllar rahat hareket ettirecekti. Avrupa’da şok etkisi yapan Viyana kuşatmasının ilk iki aylık süresi içinde Türkler şehrin bir çok dış tabyalarını ele geçirdiler. Şehrin düşmesine sayılı günler kalmıştı. Bu sırada Papa’nın önderliğinde Viyana’nın kurtarılması için Avusturya, Lehistan, Saksonya, Bavyera ve Frankonya arasında mukaddes bir ittifak kurularak 120 bin kişilik bir kuvvet vücuda getirildi. Türk târihi için bir dönüm noktası olan Don-Volga kanal projesinde olduğu gibi bu defâ da en büyük ihânetlerden biri yine bir Kırım hanı olan Murâd Giray tarafından işlendi. Haçlı ordusu, Tuna Köprüsünü geçerken kendi askeriyle bir tepeye çekilip seyreden Tatar Hanı hücum etmesi için kendisine yalvaran Hanlık imâmına şunları söyledi:
“Sen bu Osmanlının bize itdüği cevri bilmezsin. Bu düşmanun kovalanması benim için hiçbir şeydir ve bu işin dînimize ihânet olduğunu da bilirim. Ama isterim ki onlar kaç paralık adam olduklarını görsünler. Tatarın kıymetini anlasınlar.”
Böylece Tuna’yı geçip Türk kuşatma kuvvetlerinin üzerine doğru gelen Haçlı ordusuna bu defâ da Viyana Kuşatmasının aleyhinde olan ve bu sebeple sadrazamla arası açık bulunan Budin Beylerbeyi İbrâhim Paşa yol verdi ve kendisi askerini toplayıp Budin’e çekildi. Yetmiş bin kişilik düşman ordusu karşısında yanında o sıra on bin kadar hazır askeri bulunan Kara Mustafa Paşa, akşam vaktine kadar yiğitçe çarpıştı ise de bunca ihânet karşısında her şeyin bittiğini görerek büyük bir gayretle oradan uzaklaşıp darmadağın çekilen orduyu Yanıkkale önlerinde topladı.

Viyana bozgunu aslında Türk kuvvetleri arasında fazla bir zâiyata yol açmamış ancak psikolojik etkisi büyük olmuştu. Macaristan’daki kaleleri takviye eden Sadrâzam Belgrad kışlağına çekildi. Ancak bu sırada Sadrâzama karşı olan merkezdeki paşalar, Viyana bozgunu sebebiyle vezirin îdâmına ferman çıkarttırmaya muvaffak oldular. Böylece Kara Mustafa Paşanın îdâmı, Osmanlı ordusunu derleyip toparlayabilecek ve muhtemel bir bozgunun önüne geçebilecek kudretli bir paşadan devleti yoksun bıraktı. Nitekim ertesi yıl Venedik de kutsal ittifaka katıldı ve böylece Osmanlı kuvvetleri, Avusturya, Lehistan, Rusya ve Venedik olmak üzere dört cephede çarpışmak zorunda kaldı. Osmanlı kuvvetleri, zaman zaman başarılar kazanmasına rağmen, harplerin uzun sürmesiyle ağır kayıplara uğradı ve 1699’da Karlofça Muâhedenâmesini imzâlamaya mecbur kalındı (Bkz. Karlofça Antlaşması). Osmanlı İmparatorluğu bu hâdiseyle ilk defâ büyük eyâletlerini düşmana bırakmış ve artık devrin aleyhine döndüğünü anlamıştı. Nitekim bu muâhedenâmeyle Türkler, hemen bütün Macaristan’ı Avusturyalılara, Ukrayna ve Podolya’yı Lehlilere, Azak Kalesini Ruslara, Dalmaçya sâhillerini ve Mora’yı da Venediklilere terk etti. Sâdece Timaşvar vilâyeti müdâfilerin kahramanlığı sâyesinde bir müddet için kurtarılabildi. Bu ağır, mağlubiyet ve kayıplar Türkler üzerinde o kadar acı bir tesir bıraktı ki,
“Aldı Nemçe bizim nazlı Budin’i” diyerek feryat etmelerine sebep oldu.

Gerilem Devri (1699-1923) »

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder